TARİHÎ SÜREÇTE MÜZE KAVRAMI

TARİHÎ SÜREÇTE MÜZE KAVRAMI

Müze kavramının kökenleri, ilk olarak Antik Yunan’da “mouseion” kelimesi ile karşımıza çıkmaktadır. Bu yapılar, müzlere yani su perilerine adanmış kutsal mekânlardır ve sanat ile bilime ilham veren yerler olarak işlev görmüştür. Mouseionlar, antik çağın entelektüel birikimini korurken bilim insanları ve sanatçıların da bir araya geldiği yerlerdi. Ancak buralarda yer alan eserler halkın erişimine açık olmaktan ziyade erişilebilirlikleri daha çok seçkin çevrelerle sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla başlangıçtaki kavramın günümüzdeki müze ile ilintisinin bulunduğunu ama hedef kitle açısından önemli farklılıklar gösterdiğini öne sürmemiz yerinde olacaktır.

Bunun yanında şunu da belirtmek gerekmektedir: “Dünyada ilk müze, milattan önce üç yüz yılında İskenderiye‘de birinci Ptolemaios zamanında kurulmuştur. Müze adı verilen ilk bina, aslında bir üniversitedir. Sanata ve bilime değer veren okulların bir araya toplanmasından meydana getirilmiştir. Bu ilk müzede, sanat eserlerinden ziyade eski kitaplar vardır. Daha sonraki yıllarda zamanla müzeler, sanat eserleriyle doldurulmuştur.1

Günümüzdeki müzelerin asıl kökenleri olarak kabul edebileceğimiz koleksiyonlar ise ilk olarak Rönesans döneminden itibaren ortaya çıkacaktır. Anılan dönemin zengin aristokratları, özellikle İtalya’da sanat eserleri toplamaya ve bunları saraylarında sergilemeye başlamışlardır. Bu dönem, müzeciliğin gelişiminde bir dönüm noktası oluşturacaktır. Mediciler gibi çok zengin ve köklü ailelerin topladıkları sanat eserlerini halkla paylaşmaları, müzelerin işlevini özel koleksiyonlardan halkın eğitimine yönelik bir amaca dönüştürmeye başlamıştır. Floransa’daki Uffizi Galerisi, bu geçişin simgelerinden biri olarak gösterilebilir.

18. yüzyılda Aydınlanma Çağı’yla birlikte, müzeler toplumların kültürel hafızasını saklama ve yayma görevini üstlenmiştir. Bu dönemde müzeler, halk eğitiminin bir aracı olarak görülmüş ve geniş kitlelere hitap etmeye başlamıştır. 1793 yılında açılan Louvre Müzesi, devrim sonrasında halkın sanat ve tarihle tanışması amacıyla kurulan en önemli kurumlardan biridir. Fransız Devrimi’nin etkisiyle, aristokrat sınıfın özel koleksiyonları halkın erişimine açılmış ve bu, müzelerin demokratikleşme sürecinin başlangıcı olmuştur. Bir taraftan da aynı dönemlerde ne yazık ki bir başka olgu ortaya çıkacaktır: Sömürgeleştirilen ya da işgal edilen topraklardan getirilen tarihî miras statüsündeki eserlerin Avrupa’daki müzelerin koleksiyonlarına eklenmesi ve sergilenmeleri süreci… Günümüze kadar çok önemli bir sorun olarak varlığını sürdüren bu durum, dünyaca ünlü birçok müzenin bulunduğu ülke ya da ait olduğu ulusun çok dışında toprak ve uluslara ait tarihî mirasın sahibi gibi algılanması gibi kritik bir çıkmaza neden olmuştur.

Sanayi Devrimi’yle birlikte, Avrupa ve Amerika’da müzelerin sayısında büyük bir artış yaşanmıştır. 19. yüzyılda müzeler, ulusal kimliklerin inşa edilmesinde önemli bir rol oynamaya başlamış ve ülkelerin tarihsel, kültürel birikimlerini sergileyen birer “hafıza mekânı” hâline gelmiştir. Bu dönemde, müzeler yalnızca sanat ve tarih eserlerini değil, bilimsel keşifleri de sergilemeye başlamış; toplumun her kesimine hitap eder hâle gelmiştir. Böylelikle müzeler, sergiledikleri koleksiyonlar ve teşhir yöntemleriyle toplumsal eğitimde de giderek öne çıkan kurumlar haline gelmişlerdir. Devletlerin ‘ideal vatandaşlar’ yetiştirebilmek amacıyla ürettikleri eğitim sistemlerinin içerisinde bu dönemlerden itibaren müzeler, kendilerine özgü bir yer edinmeye başlayacaklardır.

20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyıl, müzelerin eğitim ve araştırma fonksiyonlarını daha da genişlettiği bir dönem olmuştur. Dijitalleşmenin de etkisiyle müzeler artık sadece fiziksel birer mekân olmanın ötesine geçerek çevrimiçi platformlar aracılığıyla milyonlarca ziyaretçiye ulaşmaktadır. Bugün Louvre, British Museum gibi devasa müzeler, sanat koleksiyonlarını dijital ortamda da erişime açarak insanlara farklı kıtalardan dahi sanat eserlerini keşfetme imkânı sunmaktadır. Bu dönüşüm, müzelerin daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlarken söz konusu kurumların eğitsel işlevlerini de güçlendirmiştir. Ancak sanal müzecilik kavramı ile birlikte müzelerin bir mekân olup olmadığı, fiziksel bir yapıya ihtiyaç duyulup duyulmadığı gibi sorular da birlikte ortaya çıkmıştır. Günümüzde bu sorular, halen uzun tartışmalara neden olmaktadır. Bana kalırsa yaşadığımız dönemde müzecilik ve dijitalleşme kavramlarının bir araya gelmeleri gerektiği nasıl tartışma gerektirmiyorsa müze kavramının bir mekândan bağımsız düşünülmemesi gerektiği de aynı ölçüde tartışılmaması gerekenler arasında yer almaktadır.

Toparlamak gerekirse anlaşılacağı üzere müze kavramı, tarih boyunca sürekli evrim geçirerek zamanın gerekleri ve farklı toplumların kendilerine özgü ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Başlangıçta sanat ve bilim insanlarına özel alanlar olan müzeler, zamanla halkın eğitimi ve kültürel gelişimi için topluma hizmet eden kurumlar hâline gelmiştir. Bugün ise, müzeler toplumsal hafızanın önemli bir taşıyıcısı ve gelecek nesillere aktarıcısı rolündedir. Gelişen teknolojiyle birlikte, bu rol yalnızca fiziksel bir mekân olmanın ötesine geçip dijital dünyada da etkili bir şekilde sürdürülme çabalarını beraberinde getirmektedir ancak bu alandaki dijitalleşmenin ne tarafa doğru evrileceği de halen bilinmezliğini korumaktadır. Görünen şudur ki teknolojideki gelişmeler, her alanda olduğu gibi müzecilikte de devrimsel dönüşümlere vesile olmuş ve olmaya da devam edecektir.

  1. Bulut Özşen, “Müzelerin Tarihi, Türkiye’de ve Dünyada Müzecilik, Modern Müzecilik”, https://nefissanatlarhapishanesi.wordpress.com/tag/mouseion/ , Erişim: 26.09.2024.
    ↩︎

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir